Zonguldak ilimize ait bazı hikayeler
Zonguldak İlinin Adı
Yeterli araştırma yapılmadığından yörenin tarihine ilişkin fazla bilgi yoktur. İl topraklarının antik Bithynia (Bitinya) antik Paphlogonia (Paflagonya) sınırları içinde kaldığı ve antik Galiia (Galatya) ile komşu olduğu bir gerçektir.Zonguldak yurdumuzun yeni illerinden biridir. 1829 yılında kömürün bulunuşu ve 1848 yılından sonrada işletilmeye başlamasıyla Zonguldak ve yöresi yerleşme yeri haline gelmiştir. Birçok ilde, daha doğrusu her ilde olduğu gibi, Zonguldak adının nereden geldiği hakkında çeşitli rivayet ve görüşler vardır. Bunlardan birine göre, Zonguldak, Sandra Çayı (Zonguldak Çayı) yöresindeki Sandraka yerleşim biriminin adıdır.
Maden kömürünün keşfinden evvel bütün vilayet merkezinin işgal ettiği saha, etekleri geniş sazlıklar ve bataklıklarla çevrilmiş küçük dağlardan, sık çalılık ve fundalıklardan müteşekkil ormanlardan ibaret imiş. Sazlıklar ve bataklıklar tabii olarak birer sıtma menbağı olduğundan Zonguldak’ta henüz bir tek mesken yok iken bu havalide mevcut olan bugünkü civar köyler halkı, bugün vilayet merkezinin bulunduğu sahaya sıtmadan kinaye olarak “titreten yer” manasına gelen “Zonguldayık” ismini vermişlerdir. Bugün köylü arasında “Zonguldamak” tabiri elyevm Zonklamak ve titremek manasına kullanıldığı gibi Zonguldak’a da pek eski resmi vesikalarda görüldüğü veçhile “Zonguldayık” ismi verilir. Bugünkü Zonguldak’ın sahilleri maden kömürünün işletilmesinden evvel bataklık ve sazlıklarla dolu olduğundan Bartın ve Amasra’ya sefer yapan gemiciler bu kıyılardan geçerlerken sazlık veya kamışlık manasına da gelen “Zungalık” ismini verirlermiş. Hatta sis yüzünden farkında olmadan bugün Ereğli şirketinin lavvarlarının bulunduğu sahanın önüne demirlemek mecburiyetinde kalan bir kereste gemisinin kaptanı sis sıyrıldığı zaman arkadaşlarına: Burası “Zungalıkmış”, diyerek gemiciler arasında bu isimle maruf olan sahile düştüklerini anlatmak istemiştir. İşte bu suretle evvela gemicilerin verdikleri bu isim şehrin tesisi ile beraber halkın ağzında da taammüm etmiş. Sazlık manasına gelen “Zungalık” şehrimize alem olmuştur. “Zungalık ismi zamanla hakiki şeklini değiştirerek bugün kullandığımız “Zonguldak”a dönüşmüştür. Bu ikinci rivayet havzanın en eski İslâm madencilerinden olan, madenci Süleyman Sırrı Bey’in babası Ahmet Ali Ağa’ya izafeten nakledildiği için şehrin yeniden kuruluşunda havzada bulunmuş ve bilfiil maden ocaklarında çalışmış olan bir zatın bu rivayetini, şehrin isminin menşei hakkında en sağlam bir kaynak kabul etmek zaruridir.
Yukarıdaki rivayetlerin dışında Zonguldak adının kaynağı konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Kent adını, Göldağı’nın nirengi noktası alınması sonucu, Göldağı kesimi yada bölgesi anlamına gelen “Zone Ghvel Dagh”ın Türkçe okunuşundan almıştır. Ancak, Necdet Sakaoğlu (Amasra’nın 3000 yılı) kitabında Zonguldak isminin kaynağını aşağıdaki gibi yazmaktadır. “Daha çok şimdiki Zonguldak’ın bulunduğu yerde ocaklar açan Fransız girişimciler Acılık, Üzülmez, Çaydamar yörelerinin çok engebeli ve sık ormanlık oluşu sebebiyle buralara Jungle (Cangıl) adını vermişler, buna yerli halkın orman anlamında kullandıkları Dav- dağ kelimesi de eklenince zamanla Zonguldak biçimini alacak olan Sungle-Dağ ismi doğmuştur” Fransız gezgin, Ojeni’nin, 1830 yıllarına ait olduğu tahmin edilen tarihi haritasında, Zenkilmendaik (Zönkülmöndek), Ereğli kazasına bağlı bir yerleşim birimini olarak görülmektedir. Zonguldak adının kaynağı konusunda, farklı görüşler olup, şehrin adının nereden geldiği ve geliştiği tarihi henüz belirlenememiştir.
Ebe Anne’nin Tahir Çavuşu
Ebe anne; benim doğduğum, büyüdüğüm, sahilinden demiryolu geçen Zonguldak’ın sayfiyesi Kapuz’un neşesiydi. Herkesin, gerçek ebesi olmasa da anasıydı, ebesiydi. İlk eşinden oğlu ilköğretim müfettişi Ahmet Başaran’dı. Zor sorular sorardı. ‘’Mutlak değer nedir?’’ derdi. Bilemezdim. O nedenle pek sevmezdim onu. Eşi ve çocuklarından başka kimse adını bilmezdi. Herkes ona Ebe anne derdi. Okullu ebe değildi. Besbelli ki ocaklı ebeydi. Bizim köpek zıttı ona. Onu görünce avazı çıktığı kadar havlardı. ‘’Ebe anne geliyor’’ derdik köpeğin aşırı havlamasını duyunca, kapıda karşılardık onu… Ebe anne, namazını kıldıktan sonra gelir sedire oturur, bir taraftan sallanarak; ‘’Allahımmm, sen kimseyi güllaya gabdumaaa, gabdurusay da viyaklatdumaaa.’’ Diye yüksek sesle, birkaç kez tekrarlayarak dua ederdi. Sözleri ezberlemiştik artık. Anladığımız kısmını yani onun duasının açıklamasını babaannem şöyle yapardı: ‘’12 yıl boyunca süren savaşlardan ağır yaralı evlerine dönen gaziler çok acı çekmiş. Babası kafasından koca bir delikte dönmüş askerden. Acıyla sürdürmüş kalan yaşamını. Bazıları da hiç dönmemiş. Yani gülle, onları acu çekmeden şehit etmiş.’’ Ebe anne’nin eşi Tahir Çavuş, küçük dükkanında iğde, leblebi ve çubuk şeker satardı. Dükkanın sağında evi, solunda da kiracısı Mecit Amca’nın kahvehanesi vardı. Tahir çavuş dedim ağız alışkanlığıyla, soyadı Yolaçar’dı. Ne yolu açtığını bilir misiniz? Demiryolu açmış o, demiryollarını… Demiryollarıyapılırken çavuşmuş, Çankırılı Tahir Yolaçar. Hem Irmak – Filyos hattında hem de Filyos – Çatalazğı hattında çalışmış. Kapuz’dan geçerken demiryolu, 1936’ da ev yapmış demiryolunun yakınına, Kilimli chauss’esinin (şose) kenarına…
Tahir Amca; ‘’Bu demiryollarını ben yaptırdım. 68 tünel, 1500 köprü yaptım’’ derdi. Mecit amcanın kahvehanesinin önünde oturanlara seslenerek. Onlar da her defasında itiraz ederler, alaylı bir şekilde; ‘’Atma, o kadar köprü mü var?’’ derlerdi. Onu dinleyenler, onun verdiği rakamlara inanamayıp itiraz ettiklerinde, daha çok kızardı Tahir Amca, Ebe Anne de şaşardı verilen rakamlara; ‘’Yalan deme Tahirrr’’ diye bağırırdı evinin penceresinden Tahir Çavuş’a… Tünelden çıkınca bağırarak ve de geçitçiyi uyararak; ‘’çuf, çuf, çuf, çuf, çuf, çuf’’ diye nefes nefese gelirdi geçide Marşandiz… Duyunca trenin sesini dükkanının önüne çıkardı Tahir amca; ‘’ Çıktık açık alınla on yılda her savaştan…’’ diye başlayan, yoksulluk, gerilik çemberini kırmak için silkinmesini bilmiş bir halkın öz güvenini anlatan, Maden Mektebi mezunu Behçet Çağlar’ın ve Faruk Nafiz Çamlıbel’in şiirini söylerdi. Beldi de Cemal Reşit Rey’in ilham kaynağı, Ebe Anne’nin Tahir Çavuşu’ydu…
Tahir Yolaçar’ın verdiği rakamların doğruluğunu, ‘Kömüre Giden Demiryolu’ hakkında araştırma yapınca gördüm. Tahir Amca gibi, minörü bilmesem de; inanılmaz olayı anladım. Rakamların tarihsel dökümü şöyleydi: 1925’te kanun çıkarılmış, 1927’de ilk kazma vurulmuştu. Kırıkkale’den sonra Irmak – Filyos arasında karşılıklı yapılan 391 kilometre uzunluğundakş demiryolu hattında 1368 merfez ve köprü, 8800 metre uzunluğunda 37 tünel 8 yıl 8 ayda yapılmıştı. 14 bin 684 metre uzunluğundaki, Filyos – Çatalağzı kısmında toplam 3 bin 236 metre uzunluğunda 15 tünel sürülmüş, 10 bin 249 metre uzunluğundaki Çatalağzı – Zonguldak kısmında ise 3 bin 764 metre uzunluğunda 16 tünel sürülmüştü. 1937’de demiryolu ulaşmıştı kömüre… Yani doğruydu Tahir Çavuş’un verdiği rakamlar. Önce Ebe Anne, sonra da Tahir Çavuş sonsuza göçtü gitti. İnandıramadan öldüler… Farz edin ki özlem treninin kompartımanındasınız. Çıktı katar tünelden. Yaslanın arkanıza. Çekti makinist stimli düdüğün ipini; düüüttt, dürü, düt, düt, düt, düt, düt! Karışmış ray sesi makine sesine; taka, tak, çuf, çuf… Seyrederken pencereden manzarayı, haydi, hep beraber…
Taka tak, çuf çuf / düüüttt, dürü, düt, düt, düt, düt, düt…
Çıktık açık alınla on yılda her savaştan
Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan
Demir ağlarla ördük, Anayurdu dört baştan.
Düüüttt, dürü, düt, düt, düt, düt, düt / taka tak, çuf, çuf.
Anıtı Yapılan Mühendis
Çankırı demiryolu yapımındaki önemli katkıları ile ün salmış bir mühendis olan Abdullah Tiryaki Bey, Irmak – Zonguldak hattı için başmühendis olarak göreve getirilmiştir. Demiryolunun yapılmasında çevre illerden gelen çok sayıda işçi çalışırken bu işçilerin bir kısmı da demiryolunun yapımı sırasında çeşitli kazalarda hayatını kaybetmiştir. Kömüre Giden Demiryolu Projesi’nin 805 km.’lik Filyos – Irmak demiryolu hattı, 7 Şubat 1927 tarihinde İsveç – Danimarka grubu NoHAB Şirketi’ne ihale edilir. Demiryolu yapımına, Mayıs 1927’de Filyos’a iskele kurulmasıyla başlanmaktadır. Filyos tarafından gelen demiryolu yapımı, 1930 yılında Balıkısık İstasyonu’na ulaşmaktadır. Zonguldak Valisi Akif Behzat İyidoğan’ın demiryolu hattı ile ilgili teşekkür yazısına cevap olarak Atatürk, Reisicumhur imzasıyla 4 Temmuz 1930’da Yalova’dan çektiği telgrafta ‘’Filyos – Ereğli hattının bir kısmının açılmış olması nedeniyle, gösterilen samimi hislere teşekkür ve bu yoldaki başarının devamını temenni ederim.’’ dileklerinde bulunmuştur. Irmak – Zonguldak hattının 20 Haziran 1935’te Çerkeş’e ulaşmasından sonra, 15 Temmuz’da demiryolları baş mühendisi Abdullah Tiryaki Bey, eşi Behice Hanım ve kızları İlhan ve Türkan ile beraber, hattın yapımcı firması olan NoHAB Şirketi’nin mühendisi Ali Bey idaresindeki oto drezin ile (demiryollarında, yol kontrol ve bakımı için kullanılan araba) Çerkeş’ten doğru yola çıkmışlardır.
Akşamüstü Sumucak – Göllüce İstasyonları arasında ameliyat katarıyla çarpışmaları sonucu oto drezin parçalanmıştır. Katar altında kalan Abdullah Tiryaki Bey’in 2 kızı ve mühendis Ali Bey, ağır şekilde yaralanmışlardır. Mühendis Ali Bey de hastaneden kazadan 3 gün sonra hayatını kaybetmiştir.
Bu olaydan sonra Abdullah Tiryaki Bey ve eşi Behice Hanım, 7 yıl ikamet ettikleri Çankırı’daki Sarı Baba Mezarlığı’nda toprağa verilmiş ve onlar için kazanın meydan geldiği olay mahallinde bir anıt yaptırılmıştır.
Uzun Mehmet
Tarih 8 Kasım 1829, evde Uzun Mehmet’e:
Unumuz pek azaldı. Değirmene git de biraz buğday öğüt dediler. Uzun Mehmet, gönlünde ve kafasında yanıcı kara taş, önünde buğday çuvalları yüklü eşeği ile köyün yakınındaki Köseağzı Değirmeni’ne gitti. Gördü ki değirmen kalabalıktı. Sıraya girmesi lazımdı. Bu arada boş duracak değildi ya. Çevresinde yanıcı ve kara bir taş kömürü aramaya başladı. Neyren Deresi’nin daha yukarı kesimlerden sürükleyip getirdiği moloz yığınları arasında bir takım taşlar gördü. Acaba bunlar, subayların gösterdikleri kömürler miydi? Kara taştan topladı. Eline aldığı parçaları evirdi çevirdi, umutları tazelendi. Birkaç parça karataşı seçip; değirmene gelerek, kimseye sezdirmeden, yamakta olan ocağa attı. Heyecanlıydı. Acaba ne olacaktı? Taşlar yanacak mıydı? Yoksa şimdiye kadar olduğu gibi gene boynu bükülecek miydi? Bütün dikkati ile ocağı gözlüyordu. Aradan biraz zaman geçmişti, sevinçle:
Tamam, buldum, buldum, diye bağırdı. Ocağa attığı taşlar Uzun Mehmet’in aradığı taşlardı. Ne de güzel yanıyordu. Bunlar günümüzün taşkömürü ide. Değirmende bulunan diğer köylüler olan bitenden habersiz: Ne oldu Mehmet? Neyi buldun? Diyerek çevresine dizildiler. Kendisini toparlayan Uzun Mehmet:
Canım bulduğum bir şey yok. Herhalde rüya görüyordum, diye cevap verdi. Sırrını saklamak istiyordu.
Takvim yapraklarının 8 Kasım 1829 tarihini gösterdiği böyle bir günde Neyren Deresi’nin Köseağzı çevresinde kömürü bulan Uzun Mehmet sırası gelip buğdayını da öğüterek eve döndü. Kömürü bulmasına bulmuştu ama, bu parçalar nereden gelmişti. Asıl önemli olan kömür damarlarını bulmaktı. Kömür damarları nerede olabilirdi? Sabahı dar etti. Erkenden kazmasını ve küreğini eşeğine sardı. Köseağzı dolaylarına geldi. Bir gün önce kömür parçalarını bulduğu yerden başlayarak daha yukarı taraflara doğru yürüdü.
Gördüğü siyah bir toprak kesimine kazmayı vurdu. Kopardığı parçaları inceledi. Bunlar bir gün önce Köseağzı değirmeninde ocağa atarak yaktığı kömürlerin ta kendisiydi. Kömür damarlarını bulmuştu.
Uzun Mehmet kazmasını salladıkça kömür parçaları elmas gibi parıldayarak ayaklarının dibine toplanıyordu. Sevinci sonsuzdu. Subayların kulağına soktukları “En büyük vatan görevi” de gerçekleşiyordu. Kazıp çıkardığı kömürleri zevkle torbalarına doldurdu. Geç vakit eve döndü.
Uzun Mehmet gözlerini artık İstanbul’a çevirdi. Askerliği sırasında büyük önemi hakkında çok şeyler dinleyip, işittiği kömürü İstanbul’da bulunan subaylarına ulaştırma gerekti. Ama önü de kıştı. İstanbul’a ancak günlerce yürüyerek gidebilirdi. Kış kıyamette yollarda donup kalabileceğini düşündü. İçi buruklaşarak ilkbaharda gitmeye karar verdi. Sabırsızlıkla beklediği 1830 yılının ilkbaharı geldi. Heybesine doldurduğu kömürleri sırtına vurarak Alpalı-Akçakoca yoluyla gizlice İstanbul’a doğru yol almaya başladı. Günler süren yorucu bir yolculuk sonrası İstanbul’a ulaştı. Askerliği sırasında “Gittiğiniz yerlerde bu kara taşları arayın. Bu en büyük vatan görevidir” diyen subayları buldu. Heybesinden taşıdığı kara taşları gösterdi. Birlikte gemi yapım ve bakım yerine gittiler kara taşlar incelendi, denendi. İyi nitelikte kömür oldukları anlaşıldı. Uzun Mehmet ve deniz subayları sevinç içindeydiler. Artık gemilerimiz fabrikalarımız ve trenlerimiz öz malımız olan kömürle işleyecekti. Dış ülkelere avuç avuç giden paralarımız kendi ülkemizde kalacaktı.
Padişah II.Mahmut’a kömürün bulunduğu müjdelendi. Padişah bu haberden çok memnun oldu. Uzun Mehmet’e o zamanın parasıyla 500 kuruş ikramiye verilerek, ölünceye kadar da 600 kuruş aylık bağlandı.
Uzun Mehmet sevinç içinde köyüne döndü. Uzun Mehmet’e ne oldu ise bundan sonra oldu. O’nun kömürü buluşu, İstanbul’a gidiş ve dönüşü çevrede yayılmaya başladı. Hele Padişah tarafından ikramiye verilip aylık bağlandığı da öğrenilince bir takım kötü insanların kuduz öfkeleri büsbütün kabarmağa başladı. Hacı İsmail Ağa o devirde Ereğli’de Padişah adına hüküm süren fakat alçak yaradılışta bir beydi. Kendisi de kömürü araştırıyor, bir türlü bulamıyordu. Amaç, kömürü bulup Padişaha sunarak Valilik koparmaktı. Ereğli’de kömür bulunur da kendisine duyurulmadan nasıl Padişaha götürülürdü. Öyleyse İsmail Ağa’da yapacağını bilirdi. Uzun Mehmet’ten öç almak için planlar yapmaya başladı.
Uzun Mehmet köye dönüşünden bir süre sonra İstanbul’a çağrıldı. İstanbul’dan yanına adamlar katılacak, birlikte Kestaneci Köyü’ne dönülecek ve Uzun Mehmet bulduğu kömür damarının yerini onlara gösterecekti.
Karanlık geleceğinden habersiz bulunan bu temiz ve saf köylü çocuğu Uzun Mehmet, bu amaçla tekrar İstanbul’a gitti. İstanbul’da Leblebici Hanı’nda kalmakta iken alçak Ereğli Beyi İsmail Ağanın gönderdiği iki hain haydudun kir elleriyle boğularak öldürüldü.
“En büyük vatan görevi”ni yerine getiren, günümüzün KARA ELMAS’ı taşkömürü dediğimiz maden kömürünün bulucusu Uzun Mehmet böylece onun ilk şehidi oldu.
Uzun Mehmet’in bir resmi bulunmadığı için heykeli dikilememiştir. Bunun yerine adına ‘’Uzun Mehmet Anıtı” denilen bir madenci feneri dikilmiştir.
Bugün her siyah kömürde Uzun Mehmet’in kara alınyazısı bulunurken, Onun vatan aşkı, yurt ve ulusuna hizmet sevgisi, yanan her kömürde bir kor gibi parlamaktadır.